28 Ocak 2009 Çarşamba

Gıdanın Geleceği ve İklim Değişikliği Üzerine Manifesto

Tarım ve Gıdanın Geleceğine İlişkin Uluslararası Komisyon - 2008
Gıdanın Geleceği ve İklim Değişikliği Üzerine Manifesto

İçindekiler

İklim değişikliği çağında gıda güvencesi ilkeleri

Giriş

Bölüm 1: Küreselleşmiş endüstriyel tarım hem iklim değişikliğine katkıda bulunur hem de iklim değişikliğine karşı kırılgandır

Bölüm 2: Ekolojik ve organik tarım iklim değişikliğini azaltmaya ve ona uyuma katkıda bulunur

Bölüm 3: Yerel, sürdürülebilir gıda sistemlerine geçiş, çevre ve halk sağlığı yararınadır

Bölüm 4: Biyoçeşitlilik kırılganlığı azaltır, dayanıklılığı arttırır

Bölüm 5: Genetiği değiştirilmiş tohumlar ve cinsler (GD)- Yanlış bir çözüm ve tehlikeli bir sapma

Bölüm 6: Endüstriyel agro-yakıtlar: Yanlış çözüm önerisi ve gıda güvencesine yeni bir tehdit

Bölüm 7: Suyu koruma sürdürülebilir tarımın merkezinde yer alır

Bölüm 8: İklime uyum için bilgide geçiş süreci

Bölüm 9: Sürdürülebilir ve eşitlikçi bir gıda geleceğine doğru ekonomik geçiş İklim değişikliği çağında gıda güvencesini teminat altına almak için yapılacaklar

------------------------

İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ ÇAĞINDA GIDA GÜVENCESİ İLKELERİ

Bu manifesto, iklim değişikliğinin önümüze koyduğu zorluklara zirai-ekolojik bir yanıttır. Aşağıdaki ilkeler temelinde, zararları hafifleterek, uyumu arttırarak ve eşitlikçiliği gözeterek gıda güvencesinin geleceğini teminat altına almayı hedefler.

1. Küreselleşmiş endüstriyel tarım hem iklim değişikliğine katkıda bulunur hem de iklim değişikliğine karşı kırılgandır.

Uzun mesafe, enerji yoğun taşımacılığın mümkün kıldığı küreselleşmiş gıda sistemlerini, kimyasalları ve fosil yakıtları temel alan endüstriyel tarımın iklim üzerinde olumsuz bir etkisi vardır. Şu anki sera gazı salımının en az dörtte birini endüstriyel tarım üretmektedir. Günümüz ekonomik paradigması tarafından da desteklenen bu hakim sistem, iklim kararsızlığını hızlandırmış ve gıda güvensizliğini arttırmıştır. Merkezileşmiş dağıtım sistemlerini, yoğun enerji ve su girdilerine bağımlılığı ve tekdüzelik ve monokültürü temel aldığı için de aynı zamanda kırılganlığı arttırır.

2. Ekolojik ve organik tarım iklim değişikliğini azaltmaya ve ona uyuma katkıda bulunur

Tarım, fotosenteze dayalı tek insan etkinliğidir ve tamamen yenilenebilme gücü vardır. Ekolojik ve organik tarım sera gazı salınımını azaltıp bitkilerde ve toprakta karbon tutulumunu arttırarak iklim değişikliğini hafifletir. Çok işlevli, biyoçeşitliliğe sahip tarım sistemleri ve yerel, çeşitlendirilmiş gıda sistemleri iklim değişikliği çağında gıda güvenliğini sağlamada elzemdir. Bu sistemlere küresel ve hızlı geçiş, hem iklim değişikliğini hafifletmek hem de gıda güvenliğini garanti altına almak için bir zorunluluktur.

3. Yerel, sürdürülebilir gıda sistemlerine geçiş, çevre ve halk sağlığı yararınadır

İktisadi küreselleşme beslenmede, yerel, çeşitli ve mevsimsel diyetten uzaklaşmamıza ve gıdaya bağlı yeni hastalıklara ve kötü sağlığa neden olan endüstriyel sentetik gıdaya geçilmesine yol açtı. İktisadi küreselleşme politikaları, kaynak ve enerji yoğun tüketim düzeniyle çevre üzerindeki yükü arttırıyor. Yerelleşme, çeşitlendirme ve mevsimsellik insan mutluluğunu, sağlığını ve beslenmesini iyileştirmede önemlidir. Tüm dünyada yerel sistemlere geçiş, ulaşım zincirlerini kısaltarak gıdanın ayakizlerini azaltacağı gibi paketleme, soğutma, depolama ve işleme yüzünden gıdanın üzerindeki enerji safrasını da hafifletecektir.

4. Biyoçeşitlilik kırılganlığı azaltır, dayanıklılığı arttırır

Biyoçeşitlilik, gıda güvencesinin temelidir. Biyoçeşitlilik ekolojik ve organik tarımın da temelidir çünkü fosil yakıtlara ve kimyasal girdilere alternatif oluşturur. Toprağa daha çok karbon döndürerek, toprağın kuraklığa, sellere ve erozyona karşı dayanıklılığını yükseltir, iklim değişikliğine karşı direncini arttırır. Biyoçeşitlilik, toplumun geleceğe uyumu ve evrimi için tek doğal güvencedir. Gıda sistemlerindeki genetik ve kültürel çeşitliliği arttırmak ve ortak alanlardaki bu biyoçeşitliliği korumak, iklim değişikliği meselesine karşı önemli uyum stratejileridir.


5. Genetiği değiştirilmiş tohumlar ve cinsler: Yanlış bir çözüm ve tehlikeli bir sapma

Genetiği değiştirilmiş ürünler yanlış bir çözümdür. İklim değişikliğini yatıştırma görevimizden tehlikeli bir sapmadır. Sürdürülebilir biçimde gıda ve enerji sağlamaya ve kaynakları korumaya ters düşmektedir. Genetiği değiştirilmiş gıda, lif ve yakıtlar, endüstriyel monokültür ürünlerinin tüm kusurlarını ağırlaştırır: daha çok genetik tekdüzelik, dolayısıyla biyotik ve abiyotik baskılara karşı daha az direnç, su ve böcek ilacına daha çok talep. Genetiği değiştirilmiş bu ürünler, artık gözden düşmüş ve terk edilmiş genetik determinist zihniyete dayanarak yaratılmıştır; böylece sağlık ve çevre konusunda fazladan risklidirler. Ayrıca patent tekellerinin oluşmasına yol açarak, çiftçi haklarının altını oymakla kalmayıp iklim değişikliğine uyum için biyoçeşitlilik üzerine yapılan araştırmaların engellenmesine neden olurlar.

6. Endüstriyel agro-yakıtlar: Yanlış çözüm önerisi ve gıda güvencesine yeni bir tehdit

Gıda insanın en temel ihtiyacıdır ve sürdürülebilir tarım, gıdayı öncelik alan politikalara dayanmalıdır. Endüstriyel agro-yakıtlar genetiği değiştirilmiş organizmaları gizlice yaymaktadır ve sürdürülebilir olmaktan uzaktır.
Agro-yakıt tarımı, yağmur ormanlarının yerini soya, palmiye yağı ve şeker kamışı ekim alanlarına bırakarak, iklim değişikliği konusundaki problemleri şiddetlendirmektedir. Bu durum eşi görülmemiş bir biçimde yerli ve kırsal toplulukların topraklarının ele geçirilmesine yol açmaktadır.
Endüstriyel agro-yakıtlar, milyarlarca insanın gıda hakkını tehdit ederek sürdürülebilir olmayan tarıma destek vermektedir. Bu yetmezmiş gibi, gıda mahsulleri ekiminden agro-yakıt ekimine hızlı geçiş yüzünden gıda fiyatları artmaktadır.
Sürdürülebilir enerji politikaları adem-merkeziyetçi olmalı, genel enerji tüketimini düşürmelidir; gıda güvencesinin sağlanması tarım ve gıda sistemlerinin en kapsayıcı amacı haline gelmelidir.

7. Suyu koruma sürdürülebilir tarımın merkezinde yer alır

Sanayileşmiş tarım, yoğun su kullanımı ve su kirliliğinini arttırmak yoluyla temiz suya erişilebilirliğinin azalmasına yol açmıştır. Dünyanın birçok bölgesindeki kuraklık ve su sıkıntısı iklim değişikliği nedeniyle artacaktır. Tarımda yooğun su kullanımının azaltılması hayati bir uyum stratejisidir. Ekolojik ve organik tarım, topraktaki su tutma kapasitesini su kalitesini de iyileştirerek arttırırken yoğun sulama gereksinimini de azaltmaktadır. Sanayileşmiş kimyasal tarım sa, yoğun su kullanımı, yeryüzü ve yer altı sularını tarım kimyasallarıyla kirletirken su krizine önemli bir katkı yapmaktadır.

8. İklime uyum için bilgide geçiş süreci

İklim değişikliği, insanlık olarak ortak aklımız için nihai sınav. Fosil yakıta dayanmayan, post-endüstriyel bir gıda sistemine geçebilmemiz için gerekli tarım teknolojilerinin ve yerel ekosistemlerin hayati önem taşıyan bilgi birikimi endüstriyel tarım tarafından yok edildi. İklim değişikliğine uyum göstermek için gerekli kültür ve bilgi sistemleri çeşitliliği, kamu politikalarınca tanınmalı ve geliştirilmelidir. Geleneksel bilgi ve bilim arasında yeni bir ortaklık oluşturulması her iki bilgi sistemini de güçlendirecek ve karşılık verme yeteneğimizi arttıracaktır.


9. Sürdürülebilir ve eşitlikçi bir gıda geleceğine doğru ekonomik geçiş

Mevcut iktisadi ve ticari usuller karbon salımını arttırıp iklim değişikliğini ivmelendiren bozuk teşvikler yaratmada baş rolü oynadı. Sınırsız tüketime ve gaynsafi millî hasıla gibi yanlış ekonomik göstergelere dayanan büyüme paradigması ülkeleri ve toplulukları giderek kırılganlığa ve kararsızlığa sürüklemekte. Ticaret kuralları ve ekonomik sistemler yerinde hizmet ilkesine destek olmalıdır, yani karbon ayak izimizi azaltan yerel ekonomiler ve gıda sistemlerine öncelik verirken bir yandan da demokratik katılımcılığı ve yaşam kalitesini yükseltmelidir.

GİRİŞ

Dünyanın önde gelen biliminsanlarınca iklim değişikliği üzerine fikir birliğine varılan en son değerlendirme olan Birleşmiş Milletler Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli Dördüncü Değerlendirme Raporu (IPCC)* karşı karşıya olduğumuz durumu açıklıkla ortaya koymuştur. Bu rapor iklim sisteminin ısındığının su götürmez bir gerçek olduğunu, son 100 yılda sıcaklıkta ortalama 0,7 derecelik bir küresel artış olduğunu belirtmektedir. Gıda üretimini halihazırda etkilemiş olan sıcaklıktaki bu artış iklimsel değişiklikleri de tetiklemektedir.

IPCC, “küresel ortalama sıcaklıkta 20. yüzyılın ortalarından itibaren gözlenen artışın büyük bir olasılıkla sera gazı salımında gözlenen artışla ilişkili olduğunu” belirtmektedir. Karbondioksit (CO2), metan ve nitrusoksitin küresel atmosfer yoğunluğundaki anlamlı artış, 1750'den itibaren gerçekleşen insan etkinliklerinin sonucudur ve günümüzde sanayileşme öncesi düzeyleri fazlasıyla aşmıştır. Son birkaç yılda, iklim ve enerji konuları tüm dünyada gerçekleşen siyasi diyaloğun önünde ve merkezindedir.

Aralık 2007'de Bali'de gerçekleştirilen Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı'nda daha “iklim dostu” enerji ve taşımacılık sağlayacak yaklaşımlar tartışılmıştı. Bununla beraber, gıda ve tarım sistemlerinin iklim ve enerjiyle olan ilişkisi bu geniş tartışmada yer almamıştı. Ancak, bu manifesto göstermektedir ki, şu anki endüstriyel tarım ve gıda sistemlerinin sera gazı emisyonlarına katkısı önemli miktardadır ve kimi çalışmalara göre emisyonların %25'inin sebebi endüstriyel tarım ve gıda sistemleridir.

Sanki karbon sadece yer altında fosilleşmiş biçimde varoluyormuş gibi “sıfır karbon” ve “karbonsuz” gibi indirgemeci konuşmalardan siyasi, ekonomik ve ticari kuruluşların yanında medyanın da uzaklaşması gerekmektedir. Bu tartışmalarda yaygın biçimde ihmal edilen ve bu nedenle çözümler arasında göz önünde tutulmayan şey, yaşayan bitki biyokütlesinin öncelikle karbon olduğudur. Topraktaki humus ekseriyetle karbondur. Ormanlardaki bitkiler çoğunlukla karbondur. Topraktaki, bitkilerdeki ve hayvanlardaki karbon organiktir ve yaşayan karbon olmasıyla yaşam döngüsünün bir parçasıdır.

*çevirenin notu: Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli, (İngilizce: Intergovernmental Panel on Climate Change, kısaca IPCC), Birleşmiş Milletler'in iki örgütü Dünya Meteoroloji Örgütü ve Birleşmiş Milletler Çevre Programı tarafından 1988 yılında insan faaliyetlerinin neden olduğu iklim değişikliğinin risklerini değerlendirmek üzere kurulmuştur. Panelin işlevi araştırma yapmak veya iklim ya da ilgili olayları izlemek değildir. Panelin başlıca faaliyetlerinden biri Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çevre Konvansiyonu'nun (BMİDÇK)uygulanmasına ilişkin konularda özel raporlar yayımlamaktır.[2] (BMİDÇK zararlı iklim değişikliği olasılığını kabul eden bir anlaşmadır. Anlaşmanın uygulanması sonradan Kyoto Protokolü'nü ortaya çıkarmıştır.) Panel değerlendirmelerini ağırlıklı olarak emsal taramaya ve yayınlanmış bilimsel literatüre dayandırır.[3] Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli yalnızca Dünya Meteoroloji Örgütü ve BM Çevre Programı üyelerine açıktır.

Sorun yalnızca karbon değil, oluşması milyonlarca yıl alan kömür, petrol ve gaz gibi fosil yakıtların kullanımındaki artıştır. Günümüzde fosil karbon, büyük miktarlarda ve korkutucu hız artışıyla yakılmaktadır.

Bitkiler yenilenebilir kaynaktır, fosil karbon değil. Fosil yakıtlara bağımlı “karbon ekonomisi”, sera gazlarından CO2'ye kaynak oluşturmaktan başka bir şey yapmayan gelişim temelli, endüstriyel ekonomiyi temsil eder. Biyoçeşitliliği temsil eden yenilenebilir karbon ekonomisi ve ekoloji, aynılaştırma ve farklılaştırma (kaynak ve havza) döngüsünü temel alarak iklim değişikliği yaşanan bu dönemde gıda güvencesi için çözüm önermektedir.

Günümüzdeki küresel ticaret ve ekonomik politikalar, fosil yakıt temelli, merkezileşmiş gıda ve tarım sistemine mecbur etmekteler. Bu da yalnızca ekolojik yükümlülüklerle değil, uluslararası meydanlarda hükümetlerin emisyonları azaltacaklarına dair hedefleri ve zaman planlamalarına da ters düşmektedir. Eğer iklim değişikliği ve küresel ısınmayla savaşacaksak bu büyük çelişkiyi saptamak gerekmektedir.

Aynı zamanda, şu anki gıda sistemi bu raporun da gösterdiği gibi iklim değişikliğine karşı son derece zayıftır. Dünyanın neredeyse her köşesinde, etkili hava değişimleri mahsul üretimini ve gıda dağılımını etkilemektedir.

Ayrıca, manifesto, “temiz” veya “yeşil” enerji adına desteklenen GDO'lu ürünleri ve agroyakıt üretmek için yapılan büyük ölçekli üretimleri içeren yanlış tarımsal çözümleri de araştırmaktadır. En başta, bu manifesto, azaltma ve uyum bakımından şu anki iklim kaygılarına ve fosil yakıt sonrası çağa enerji geçişine yanıt olarak, ekolojik organik gıda sistemlerinin gerçek çözüm olduğunu gösteriyor.

Bu raporun son bölümü, ekolojik organik tarımın hem iklim değişikliğinin etkilerini hafifletme hem de hepimiz için gıda beğımsızlığını sağlama yolunda hayati bir çözüm olduğu kabulü temelinde geçiş sürecini özetlemekte. Son olarak, bu manifesto Bali sonrasında sürdürülen iklim müzakerelerinde, gıda sistemlerinin iklim ve enerji tartışmalarının ayrılmaz bir parçası olması gerekliliği konusunda bir çağrı yapmakta.

IPCC (Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli) Aşırı Hava Koşullarında Artış Öngörüyor

IPCC, Sahel'e (Tunus), Akdeniz'e, Afrika'nın güneyine ve güney Asya'ya düşen yağmur miktarındaki azalma gözönünde tutularak, kuraklıktan etkilenen alanların, 1900-2005 yılları arasında küresel olarak arttığını belirledi. IPCC ayrıca, sıcaklık dalgalarıyla daha sık karşılaştığımızı ve ağır yağışlardaki sıklığın birçok arazide arttığını belirtmekte. IPCC, bu gibi etkilerin, sıcaklığın artmaya devam etmesiyle birlikte daha da kötüleşeceği yönünde uyarmakta. 2100 itibariyle ısınmanın, daha önce beklenen olası 1,8 ila 4 derecelik artıştan daha kötü olacağını, 6,4 dereceye kadar bir artışın mümkün olduğunu tahmin etmekte.

Tarım üzerine etkiler çok fazla olacaktır. Daha sıcak günler ve geceler, daha sık sıcaklık dalgalarıve kuraklıktan etkilenen alanlardaki artış, ısı şiddetine, böcek sayısındaki artışa, suya erişimin azalmasına, çiftlik hayvanlarının ölümündeki artışın yanısıra toprak kalitesindeki kayıplara bağlı olarak sıcak yerlerde mahsül miktarında düşüşe sebep olacaktır. Bu etkiler Güney ülkelerinde bulunan birçok topluluk tarafından halihazırda yaşanmaktadır. Şiddetli yağışların artmasıyla erozyon ve toprağın su geçirgenliğini kaybetmesi nedeniyle ürünler zarar görecektir. Yoğun tropik kasırgalardaki artış ise, deniz seviyesinde oluşacak yükselmeyle birlikte kıyı akiferlerinde tuzlanma meydana getirerek, kıyı ekosistemlerinde mahsüllerin zarar görmesine sebep olacaktır. Pasifik adaları ve geniş deltalar şimdiden etki altındadır.

Bazı bölgeler özellikle kötü bir biçimde etkilenecektir. Bazı Afrika ülkelerinde yağmur suyuyla yapılan tarım sonucu elde edilen mahsülde - ki Afrika'da yapılan tarım büyük oranda bu şekilde gerçekleşir - 2020 yılı itibarıyla %50 kadar azalma olabilecek. Buna ek olarak, Afrika ülkelerinde yapılan tarımın ciddi şekilde tehlikede olduğu belirtilmekte. Latin Amerika'da bazı önemli ürünlerin verimliliğinde, gıda güvencesine zıt sonuçları olacak biçimde bir düşüş beklenmektedir. Avustralya'nın güneyinde ve doğusunda ve Yeni Zelanda'nın doğusunda bulunan birçok bölgede 2030 itibarıyla kuraklık nedeniyle üretimde düşüş beklenmektedir. Güney Avrupa'da, yüksek sıcaklık ve artan kuraklık ürün verimliliğini düşürmektedir. Hatta, Kuzey Amerika'da bile yüksek oranda tüketilmiş su kaynaklarına bağımlı ya da kendilerine uygun yelpazenin olabilecek en sıcak sınırına dayanmış ürünleri büyük zorluklar beklediği düşünülmektedir. Bu tür koşullar gıda üretimini çarpıcı bir şekilde etkileyecek ve uzmanların tahminlerine göre yetersiz beslenme ve açlık konusunda yaşanacak artış sonrasında 21. yüzyılın ortasında dünya nüfusunda bir azalma görülecektir. Ama, insanların gıdalarını yetiştirme ve kendilerini besleme üzerinde iklim değişikliğinin o ürkütücü, doğrudan yaşamın içine etkilerini görmek için hiç kimsenin geleceği beklemesine gerek yok.

Bu manifesto, değişkenliği giderek artan hava yapıları altında gıda üretimi yapmaya çalışan, at gözlüğü takmış, yıkıcı günümüz endüstrileşmiş yaklaşımının etkilerini açıkça ortaya koyuyor. Bunun yanında kendimizi doyurmanın sürdürülebilir, besleyici ve güvenli bir yapıda olmasının aynı zamanda iklim değişikliğinin etkilerini azaltma ve ona uyumu artırmaya da yardımcı olacağı fikrini kucaklıyor.

Bölüm 1: KÜRESELLEŞMİŞ ENDÜSTRİYEL TARIM HEM İKLİM DEĞİŞİKLİĞİNE KATKIDA BULUNUR HEM DE İKLİM DEĞİŞİKLİĞİNE KARŞI KIRILGANDIR.

Uzun mesafe, enerji yoğun taşımacılığın mümkün kıldığı küreselleşmiş gıda sistemlerini, kimyasalları ve fosil yakıtları temel alan endüstriyel tarımın iklim üzerinde olumsuz bir etkisi vardır. Şu anki sera gazı salımının en az dörtte birini endüstriyel tarım üretmektedir. Günümüz ekonomik paradigması tarafından da desteklenen bu hakim sistem, iklim kararsızlığını hızlandırmış ve gıda güvensizliğini arttırmıştır. Merkezileşmiş dağıtım sistemlerini, yoğun enerji ve su girdilerine bağımlılığı ve tekdüzelik ve monokültürü temel aldığı için de aynı zamanda kırılganlığı arttırır.

Endüstriyel Tarım – İklim Değişikliğinin Baş Oyuncusu

Ticari tohumlarla, kimyasalların kullanımıyla, yüksek su tüketimiyle, yakıt yutan dev tarım araçları ve muazzam miktarlarda fosil yakıt temelli küresel taşımacılık sistemleriye tanımlanabilecek sanayileşmiş baskın gıda üretimi, hem iklim değişikliği karşısında hassastır hem de iklimi değiştirici etkisi büyüktür. Yiyeceğimizi üretme biçimimizin, sera gazı salımını azaltma ve iklim değişikliğine uyum gösterme yönünde önemli bir rolü olmak zorundadır.

Stern Review'in İklim Değişikliğinin Ekonomisi üzerine Raporuna göre, sera gazlarının %14'ü doğrudan tarımsal etkinlikler sonucu oluşmakta. Ancak, bu resmin tamamını oluşturmuyor. Toprak kullanımı (en çok, küreselleşmiş tarım için ormansızlaştırmayı kastederek) salımın %18'inden, taşımacılıksa %14'ünden sorumludur. Bilindiği üzere, ormansızlaştırmanın birçoğu ormanların yiyecek üretimi veya petrol çıkartma işlemleri için yok edilmesinden doğmaktadır. Şu anda uygulanan küresel gıda modeli ile yiyecekler yetiştirildiği yerlerden binlerce, onbinlerce kilometre uzağa taşınmaktadır. Bu durumda, hem toprak kullanımından hem de taşıma işlerinden kaynaklanan önemli oranda emisyon, sanayileşmiş gıda ve tarım sistemlerine atfedilebilir. Bu iki kategorinin oranları tüm resmin hesaplamasına katıldığında, kimileri küresel emisyonun sürdürülebilir olmayan tarımla ilişkisinin en az % 25 olduğunu öne sürmekte.

Sanayileşmiş tarımın iklim değişikliğine doğrudan katkısı, karbondioksit (CO2), metan (CH4) ve azot protoksit (N2O) gibi temel sera gazlarının salımı dolayısıyla olmakta. Karbondioksit salımına en çok toprak karbonunun atmosfere kaçması yoluyla kaybı (toprak kullanımının değişmesi – ormancılık sektörü) ve enerji yoğun gübre üretimi (sanayi sektörü) neden olmaktadır.

Modern sanayileşmiş tarımın bunlara katkısı, sulak alanların kurutulması uygulamaları, toprağın çok derin sürülmesi yoluyla kötü hava şartlarına maruz bırakılması, ağır makine kullanımıyla toprağın sıkıştırılması, aşırı otlatma yoluyla çölleştirme ve geniş alanlarda çok miktarda monokültür ürün yetiştirilmesi olarak kendini göstermektedir.

Metanın dünyayı ısıtma potansiyeli karbondioksitten 21 kat ve azot protoksitinkiyse 310 kat daha fazla olduğundan metan ve azot protoksitin, iklim değişikliğine katkısı özellikle daha güçlüdür. 1970'den beri bu sera gazlarının salımı, sırasıyla %40 ve %50 oranında artmıştır. IPCC'nin (Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli) 2007 Raporuna göre, azot gübreler tek başına en büyük salım kaynağı olarak tarımsal emisyon salımının %38'ini oluşturuyor.

Kimyasal olarak gübre verilmiş toprak yüksek seviyede azot protoksit içermektedir çünkü kimyasal gübreler topraktaki kolaylıkla erişilebilir azot mineralinin yoğunluğunu arttırmaktadır. Özellikle geviş getiren hayvanlar bağırsaklarında oluşan mayalanma sonucu metan üretirler. Yoğunlaştırılmış yemle beslendiklerinde bu üretim artar. %32 oranıyla bu ikinci büyük salım kaynağıdır. Tarımsal salımın %11 bir bölümüyse kimyasalların yoğunlukla kullanıldığı pirinç üretiminden kaynaklanmaktadır.

Monokültürler - Endüstriyel Tarım Sisteminin Tahakkümü

Günümüzün endüstriyel sistemi, monokültürü zorunlu kılıyor; toprak yönetiminde, gıda taşıması ve işlemesinde ihtiyaç duyulan tekdüzeliğe uyum sağlamak için daha az ürün cinsi ve çeşitliliğinde diretiyor. Ticari, yüksek rekolteli tür tohumları, tahmin edilebilir, çok dar bir hava koşulu aralığında çalışması için tasarlanıyor. Tam tersine, farklı kültürler, sulama, atık su, toprak zenginliği, dondan korunma ve hastalıkla mücadele için yaratıcı teknikler aracılığıyla zorlu ortamlara yanıt vermek üzere gelenekse bilgi üretmiş ve tohumları ıslah etmiş.

Uzaklardan Gelen Gıdanın Ayakizi ve Zorladıkları

Uzun gıda tedarik zincirinin küreseleşmiş iktisadi sistem üzerindeki
etkisi, başlıca sera gazlarının salınımının da sorumlularından. Gıda işlemesi, ambalajlanması, uzun yollarda soğutulması ve devasa ulaştırma yapılanma
sistemleri fosil yakıt kullanımını arttırıyor.

Örneğin A.B.D.'de ortalama bir tabak besin, kaynağından tabağa yaklaşık 2700 km yol kat eder. Birleşik Krallık'a deniz, hava ya da kara yoluyla gıda ürünleri ve hayvan yemi ithali, 83 milyar km.ye karşılık gelir. Bu yol, 1,6 milyar litre yakıt gerektirir, bu da 4,1 milyon ton karbondioksit salınımına yol açar.

İklim Değişikliğine Duyarlı Endüstriyel Gıda Sistemleri

Doğal ekosistemler, önemli ve etkin bir biçimde özümseyen ve yaşayan karbon öbeklerini temsil eden çok çeşitli bitki ve hayvanlardan oluşmuştur. Bu öbeklerin yarısı kadarı, canlı ya da ölü biyo-kütleler veya toprakta diğer biçimlerde organik karbon olarak yeraltındadır. Doğal ekosistemler biyotik ve biyotik olmayan baskılara karşı kararlı ve çabuk iyileşir durumdadır; saf karbon çukurları gibi davranırlar. Doğal ekosistemlerin endüstriyel tarıma dönüştürülmesi, topraktaki karbon havuzunun %60-75 oranında boşalmasına yol açar; bu kaybın da çoğu atmosfere serbest CO2 olarak verilmiştir. Kimi topraklar hektar başına 20 ila 80 ton karbon yitimiştir,
böylece toprak kalitesi ve dengesini düşürerek iklim değişikliğine çok daha duyarlı sistemler yaratmıştır.

Uzak mesafelere taşımacılık, iklim değişikliği çağında gıda sistemimizi de zarara açık hale getirdi. Gıda temini, havanın kaprislerine, ulaştırma giderlerine, yakıt teminine ve siyasi ve toplumsal dengesizliklere duyarlı kılıyor. Siklon, sel ve orkanlar gibi aşırı ölçüsüz hava koşulları tüm bir bölgenin gıda sistemini yerle bir edebiliyor. Monokültür ürünler, iklim değişikliği etkilerine duyarlılar ve bunu, yoğun kimyasal girdilere gereksinimleriyle şiddetlendiriyorlar. 1845'te milyonları öldüren İrlanda patates kıtlığı bunu örneklerinden biri. Diğer yandan, biyoçeşitliliğe dayalı sistemler yüksek derecede evrimleşmiştir ve hemen iyileşen, sürdürülebilir, dünyaya yayılmış tarım sistemlerinin temelini oluşturur. IPCC'nin bulguları ve günümüzün endüstrileşmiş küreselleşmiş gıda sisteminin kırılganlıkları, merkezileştirilmemiş, çeşitlilik içeren gıda modellerine doğru kayışa acil gerekliliği ortaya koyuyor.

Bölüm 2: EKOLOJİK VE ORGANİK TARIM İKLİM DEĞİŞİKLİĞİNİ AZALTMAYA VE ONA UYUMA KATKIDA BULUNUR

Tarım, fotosenteze dayalı tek insan etkinliğidir ve tamamen yenilenebilme gücü vardır. Ekolojik ve organik tarım sera gazı salınımını azaltıp bitkilerde ve
toprakta karbon tutulumunu arttırarak iklim değişikliğini hafifletir. Çok işlevli, biyoçeşitliliğe sahip tarım sistemleri ve yerel, çeşitlendirilmiş gıda sistemleri iklim değişikliği çağında gıda güvenliğini sağlamada elzemdir. Bu sistemlere küresel ve hızlı geçiş, hem iklim değişikliğini hafifletmek hem de gıda güvenliğini garanti altına almak için bir zorunluluktur.

İklim değişikliğine en başta katkı verenler endüstriyel tarım ve küreselleşmiş gıda sistemleri olduğu gibi bunlar, toprak, biyoçeşitlilik ve su gibi yaşamsal kaynakların kullanımı bakımından da sürdürülebilir olmaktan uzaktır. Birçok bölgede, özellikle “gelişmekte olan ülkeler” denen yerlerde, geleneksel sistemler, değişik nüfusları beslemede ve topluluklara sürdürülebilir rızklarını sağlamada halen başarılıdır. Endüstriyel zihniyetin üstün geldiği diğer dünya bölgeleri, aslen “gelişmiş” denen ülkeler, son yıllarda geleneksel ya da diğer biçimlerde ekolojik tarım sistemlerine başarılı bir geri dönüşü yaşıyor.

Bu tarım sistemleri, bölgesel ürün ve çiftlik hayvanı soylarının çeşitliliğine ve sentetik gübre ve pestisit gibi dış girdilerden kaçınmayı temel alıyor. Besinlerin yeniden kullanımına dayanıyor ve zararlılarla biyolojik yollarla başediyorlar. Organik ve ekolojiye dost tarımın başka yararları da var; toprak zenginliğinin artması bunlardan biri. Toprakların verimi ve kararlılığı çiftlikten organik gübre kullanılarak, ürün dönüşümünü çeşitlendirerek ve toprakları mümkün olduğunca bitki örtüsü altında bırakarak güçlendirilir. Bitki örtüsünü yoğun tutmak, fotosentetik işlemlerle serbest güneş enerjisinin çoğunu kullanarak biyokütleyi arttırmaya ve rüzgar, su erozyonunu önlemeye yarar. Bunun sonucu olarak ekolojik organik tarım altındaki topraklar, bir yılda hektar başına 733-3000 kg daha fazla karbondioksiti atmosferden emer.

Topraklarda karbon tutulumunu arttırmak, iklim değişikliğini hafifletmenin yaşamsal bir yönüdür. Karbon emilimini arttırmasıyla organik tarım, endüstriyel kimyasal tarıma göre daha düşük bir iklim etkisine sahip olur.

İklim etkisi, birim toprak alanı başına CO2 eşdeğeri bakımından sera gazı salınımına göre ölçülür. Ekolojik tarımın, salınımı %64 oranında azalttığı belirlenmiştir. Bir yandan da toprak yapısını ve kararlılığını düzeltir, böylece su tutma kapasitesini ve erozyona karşı mukavemeti de geliştirir.
Kalıcı ve çeşitli bitki örtüsü sayesinde bitkilerle mikroorganizmalar arasında
ortakyaşama (köklerle mantarlar arasında ortakyaşama, azot tutucu bakteriler vs.) giderek bollaşır ve hasat üretiminin kendini idame ettirmesi için artarak önem kazanır.

Genel inanışın ve önyargının aksine, ekolojik organik tarımda rekoltenin geleneksel tarımdan daha az olduğu doğru değildir. Düşük girdili geleneksel tarımla organik tarımın, 293 ayrı karşılaştırılmasıyla gerçekleştirilmiş geniş bir çalışma, gelişmiş ülkelerde organik tarım rekoltesinin geleneksel tarımdakiyle kabaca aynı mertebede olduğunu, gelişmekte olan ülkelerdeyse çok daha yüksek olduğunu göstermiştir. Üstelik yalnızca yeşil gübre kullanarak yeterinden fazla azot tutulabildiği bulunmuştur. A.B.D.'de Rodale Enstitüsü'nde uzun soluklu bir çalışma, normal yağmur miktarına sahip yıllarda organik ve geleneksel tarımın rekoltelerinin karşılaştırılabilir olduğunu, oysa kurak yıllarda organik rekoltenin çok daha yüksek olduğunu bulmuştur. Böylece organik olarak kullanılan alanların biyotik olmayan baskılara daha dayanıklı olduğu doğrulanmıştır.

Tarım sistemlerinin kendilerine yetmesi, günümüzde en iyi biçimde ekolojik organik tarımla temsil edilen bir ülküdür. Bununla birlikte, rekolteyi ve sürdürülebilirliği daha da arttırıcı yollar vardır: çift sürmeyi azaltmak (böylece enerji girdisini en aza indirmek), orman-tarımcılığı yapmak (sistemi kararlılaştırma ve çeşitlendirme) ya da hayvan barınma sistemlerini iyileştirme (gübre işleme, geviş getiren hayvanlar için metan salınımını azaltıcı diyetler) gibi...

İklim değişikliğini ekolojik organik tarım aracılığıyla hafifletmede iki temel esas şunlar: 1) yerel tüketim için gıda üretimini ihracat için üretime üstün tutmak, ve 2) ticari monokültür türler yerine yerli tarımsal biyoçeşitliliği kullanmak. Bu esaslar, Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Kurumunun (GTK) şimdi genel olarak kabul ettiği “gıda egemenliği” ilkesinde içeriliyor.


Bölüm 3: YEREL, SÜRDÜRÜLEBİLİR GIDA SİSTEMLERİNE GEÇİŞ, ÇEVRE VE HALK SAĞLIĞI YARARINADIR

İktisadi küreselleşme beslenmede, yerel, çeşitli ve mevsimsel diyetten uzaklaşmamıza ve gıdaya bağlı yeni hastalıklara ve kötü sağlığa neden olan endüstriyel sentetik gıdaya geçilmesine yol açtı. İktisadi küreselleşme politikaları, kaynak ve enerji yoğun tüketim düzeniyle çevre üzerindeki yükü arttırıyor. Yerelleşme, çeşitlendirme ve mevsimsellik insan mutluluğunu, sağlığını ve beslenmesini iyileştirmede önemlidir. Tüm dünyada yerel sistemlere geçiş, ulaşım zincirlerini kısaltarak gıdanın ayakizlerini azaltacağı gibi paketleme, soğutma, depolama ve işleme yüzünden gıdanın üzerindeki enerji safrasını da hafifletecektir.

Son yüzyılda tarıma temelden yeni bir yaklaşım ortaya çıktı. Öncelikle kendi toplulukları için besin yetiştiren yerel çiftçiler yerine, yüksek derecede merkezileştirilmiş, küresel, yeni bir endüstriyel tarım ortaya çıktı ve yerel, merkezileştirilmemiş küçük ölçekli gıda sistemlerinin yerini hızla aldı. GTK'ye göre serbest iktisadi küreselleşme modeli, en az gelişmiş ülkelerin gıda ithalinde 1990-2000 arasında %54 artışa neden olmuştur. Geleneksel olarak yüzyıllardır insanlarını besleyecek kadar mısır üretmiş Meksika, A.B.D.'den bir çığ gibi gelen yapay ucuzluktaki mısır dampingi yüzünden tartışmasız bir mısır ithalatçısına dönüşmüştür. AB'den tavuk parçası ithali, Gana'da kümes hayvancılığıyla uğraşan çiftçileri yerinden etmiştir. Küresel endüstriyel gıda sisteminin gıda güvenliğini nasıl alaşağı ettiğine ilişkin sayısız örnek mevcuttur.

Yüzlerce yıllık gıda modelleri, geleneksel kültürlerle, iklimlerle, coğrafyayla, ekosistemlerle ve diğer bölgesel etkenlerle ilişkilidir. Endüstriyel model, geçen yirmi otuz yılda “gelişmiş” ülkelerde baskın zihniyet olmuştur. 70 ve 80lerin Yeşil Devrim'iyle başlayarak, birçok “gelişmekte olan” ülke de kimyasal ve enerji yoğun tarım uygulamalarını benimsemiştir. Örneğin Yeşil Devrim'in, ticari, “yüksek rekolteli” tohumları azot gübrelere ihtiyaç duyuyordu; özellikle bunlar sera gazı salınımına güçlü katkıda bulunuyor.

Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi uluslararası kurumlarca, yapısal uyum paketleri (SAP) olarak bilinen finansal yapılar aracılığıyla, 20-30 yılın endüstriyel düzeni gelişmekte olan ülkelere yutturuluyor. Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) hem Kuzey'de hem Güney'de endüstriyelleşmiş tarımı dayatıyor ve tutunmasını sağlamaya çalışıyor. DTÖ kuralları yasal olarak bağlayıcıdır ve yaptırım gücü fazladır. Bu yüzden küreselleşmiş endüstriyel gıda sitemlerine geçişte güçlü etkenlerdir ve iktisadi ve toplumsal politikaları hayata geçirmede önemli araçlardır. İkili anlaşmalar ve uluslararası yardım kuruluşları da günümüzün tarım paradigmasının bileşenleridir. Bu küresel anlaşmaların ve kurumların kuralları ve ilkeleri hükümetler arasında müzakere edilse de, aslında tüm bunlar, bu anlaşmaların ana kazançlıları, -şirket tarımı yapan kurumlar- tarafından el çabukluğuyla halledilmektedir.
Gıda yetiştirme işi, yaşamın temel bir gerekliliğini üretmekten küresel metaları üretmeye kaymıştır.

Gıdayı teknoloji ve sermaye yatırımına bağlı bir meta olarak görmekten çok, insanlar ve doğal kaynaklar (“doğal sermaye”) binyıllardır insanlığı besleyen geleneksel düzenlerin merkezindedir. Yine de bu düzenler, fosil yakıtlara hayli bağımlı sistemler uğruna bertaraf edilmektedir. Üstelik, bu endüstriyel sistem, gezegen sağlığı için artık ümitsizce muhtaç olduğumuz, o karbon soğurucu bitki ve yaban hayatı yok etmektedir.


Gıda Üretiminin ve Tüketiminin Kontrolünde Tekelleşme

Üretim ve tüketimde tekelleşme sanayi sisteminin kalite göstergesidir. Bu durum kendini tarımda, gıda üretim ve tüketiminin sanayi devleri tarafından artan kontrolü şeklinde göstermektedir. Geçim için tarım yapmak artık istisna olmuş, yerel gıda sistemleri daralmıştır.

Yiyeceğin şirketleşmiş tekeline şu örnekleri verebiliriz:
− 2005 yılına gelindiğinde gıda zincirinin ilk halkasını oluşturan en büyük 10 tohum şirketi, dünyanın ticari tohum satışının %50'sini elinde tutmaktaydı. Bu sadece iki yılda % 17 oranında artış demekti.

− 2000 yılında beş hububat ticareti şirketi dünya tahıl pazarının %75'ini ve fiyatlarını elinde tutmaktaydı.

− Sebze tohumu pazarındaysa Monsanto başı çekiyor. Fasülye satışlarının %31'ini, salatalık tohumu satışlarının %38'ini, acı biber satışlarının %34'ünü, tatlı biber satışlarının %29'unu, domates tohumu satışlarının %23'ünü ve soğan satışlarının %25'ini elinde tutmakta.
“(Sayılar, Rural Advancement Foundation International, Kanada ve ETC group Kanada tarafından sunulmuştur.)

İşlemede ve ticarette tekelleşme yiyecek akışında farklılıklar gösterdi. Arjantin ve Brezilya gibi ihracat odaklı ülkeler, monokültür tarımla ürettikleri milyonlarca ton GDO'lu soya fasülyesini Avrupa'nın devlet tarafından desteklenen aşırı besili, semirmiş hayvanlarını beslemek için ihraç eder. Bu ise toprak erozyonuna ve kırsalda sosyal açıdan çölleşmeye sebep olarak çok sağlıksız ve enerji verimliliği olmayan et temelli diyetin desteklenmesi şeklinde kabul görür.

Meyve ve sebze ticaretinin Güney'den Kuzey'e doğru olması suyun “gerçek akışının” üreten ve ihraç eden ülkelerden ithal eden ülkelere doğru olması anlamına gelmektedir. Yerel gıda sistemlerinden uzaklaştırılan su, kaynaklar ve eşitsizlikler üzerine olan ihtilafları kızıştırmakta. İşlenmiş yiyeceklerin %70'den fazlası, doğal varlıkları etkileyerek ve gelişmekte olan ülkelerdeki enerji kullanımını arttırarak Güney'den Kuzey'e geçmektedir.

Tüketimde Geçişler

Üretim ve dağıtım modellerinde meydana gelen yapısal değişiklikler, beslenmedeki değişimi hızlandırmış, tüketim ve refah düzeyinde eşitsizlikleri artırmıştır. Reklam, tüketicilerin davranışlarında ve tat duyularında sağlıksız değişimleri destekler. Bir yanda iletişim stratejileri, diğer yanda kurnazca hesaplanmış tuz, şeker ve yağ kullanarak kolayca lezzetlendirilebilir yiyeceklere ulaşılabilirlik, yerel yiyecek sistemlerinden süpermarket temelli zincirlere kayışa yol açar.

Kaynaklardaki bu tekelleşme yiyecek çeşitliliğinde aşınmaya ve tek tipleşmeye yol açmakta. Süt ürünleri, et ve yağ üzerine kurulmuş bir beslenme şekline geçiş, obezite, diyabet ve kalp krizi gibi gıdaya bağlı hastalıkların artışına yol açmakta. Güney ülkeleri batı tipi bir beslenme biçimini kendilerine uyarladıklarından bu tür hastalıklar bu ülkelerde de artma yolundadır.

2025 yılı itibarıyle, Çin'deki tüm ölümlerin %52'sini beslenmeyle ilişkili kronik hastalıkların oluşturacağı öngörülmekte. Sri Lanka'da şu anda beslenmeye bağlı kronik hastalıkların oranı tüm ölümlerin %18,3'ini ve devlet hastanesi harcamalarının ise %10,2'sini oluşturmakta.

Bu gibi önceden pişirilmiş, işlenmiş yiyecekler, kullanılan paketleme malzemelerini de eklediğimizde çok miktarda enerji sarfı üzerine kurulmuştur ve geleneksel yemek satışlarıın iki misli yaygınlaşmıştır. Bu tür yiyecek sistemleri gitgide aile etkinliklerinin yerini almakta ve bilgi, kültür ve sosyalleşme konusunda kayıplara yol açmaktadır.

Yeniden yerele dönüş geçiş sürecinde bir anahtardır

Sürdürülebilir gıda sistemlerine geçiş üretim, ticaret ve tüketimde yeniden yerele dönüşü temel almalıdır.

Öncelikle yerele dönüş sembolik olmalıdır: tüketiciler ürünlerin nereden geldiğini bilmelidir, böylelikle bilgili ve sorumlu bir seçim yapabilirler. Etiketler hammaddenin kaynağını belirtmelidir. Örneğin, mevcut AB mevzuatına göre birkaç ürün dışında, ham ürünün geldiği yeri bilmek olası değildir. Etiketler yalnızca ürünün işlendiği ya da paketlendiği yeri belirtir. European Geographical Indications (Avrupa Coğrafi Göstergeleri), Slow Food Praesidia ve birkaç benzer uygulamaysa, tüketicilerin ürünlerin meziyet ve özelliklerini geldikleri yerlerle ilişkilendirmesine izin verir. Adil ticaret etiketleri tüketicileri üretimin toplumsal koşulları hakkında bilgilendirir. “Gıda kilometresi” etiket uygulaması da en kısa ve enerji verimliliği en yüksek yoldan gelen ürünü seçmesi konusunda tüketiciye yardımcı olabilir.

İkinci olarak, yerelleştirme ilişkisel olmalıdır, öyle ki alternatif pazarlama düzenlemeleri çiftçileri tüketiciyle buluşturmalı, çiftçilere tüketiciyle güvene dayalı bir ilişki ve birlikte öğrenme süreci yaratma fırsatı vermelidir. Son yıllarda bu alanda birçok girişim filizlenmiştir, bunların arasında tüketici kooperatifleri, yiyecek kutusu projeleri, eve teslim girişimleri, fuarlar, posta siparişli yerel dükkanlar, lokantalar, turist girişimciliği vs. İletişimin temeli çevre, kalite, ahlak, yaşam biçimi ve sorumluluk üzerindedir. Adil ticaret ve organik hareketlerin işbirliği en büyük öneme sahiptir. Yakın geçmişte kurulan Biyo-Bölgesel-Fuar girişimi küreselleşmiş gıdaya nasıl karşı durulacağına bir örnektir. Bavaryalı bu kurum adil ticaret, tüketici birlikleri, kilise örgütleri, bölgesel girişimler ve organik çiftçiler gibi pek çok grubu bir araya topluyor.
Burada amaç, çiftçileri daha adil bir kazanca kavuşturup geçimlerini güvence altına almak, bölgesel ekonomik döngüleri güçlendirmek ve aynı anda ekosistemi korumaktır.

Üçüncü olarak, yerelleştirme mekansal olmalıdır, üretim, dağıtım ve tüketim tanımlı bir mekanda toplanmalıdır. Çiftçi pazarları, çiftlikte satış, halk destekli tarım (CSA), yerel menülü lokantalar ve kooperatifler, ortak hareket üzerine ve çoğunlukla zaten yerleşik toplumsal ağlar üzerine kurulmuş yaratıcı örgütlenme yapılarıdır. Bu gibi üretim ve dağıtım uygulamaları doğal sermayeyi korur ya da iyileştirir; gıdanın sırtındaki yükü azaltır.


Bölüm 4: BİYOÇEŞİTLİLİK KIRILGANLIĞI AZALTIR, DAYANIKLILIĞI ARTTIRIR

Biyoçeşitlilik, gıda güvencesinin temelidir. Biyoçeşitlilik ekolojik ve organik tarımın da temelidir çünkü fosil yakıtlara ve kimyasal girdilere alternatif oluşturur. Toprağa daha çok karbon döndürerek, toprağın kuraklığa, sellere ve erozyona karşı dayanıklılığını yükseltir, iklim değişikliğine karşı direncini arttırır. Biyoçeşitlilik, toplumun geleceğe uyumu ve evrimi için tek doğal güvencedir. Gıda sistemlerindeki genetik ve kültürel çeşitliliği arttırmak ve ortak alanlardaki bu biyoçeşitliliği korumak, iklim değişikliği meselesine karşı önemli uyum stratejileridir.

Biyoçeşitlilik yaşayan karbondur ve iklim değişliği için bir çözümdür. Endüstriyel tarımsa ölü karbon ekonomisidir. Ayrıca, daha çok biyoçeşitlilik hem gıda üretimini arttıran hem de enerji sağlayan daha çok biyokütle demektir. İklim felaketlerine karşı dayanıklılık sadece biyoçeşitlilik yoluyla sağlanır. 1998’deki Orrissa Büyük Kasırgası’nın ve 2004’teki Tsunami’nin ardından, Navdanya Tohum Merkezi tuza dayanıklı tohum çeşitlerini dağıttı. Bu “umut tohumları”, denizle tuzlanmış topraklarda tarımı yeniden canlandırdı. Şimdi bu tohum kurtarıcı hareket, iklim aşırılıklarına yanıt vermek üzere kuraklığa, sellere ve tuza dayanıklı tohum çeşitlerinin bulunduğu, çiftçilerin tohum bankalarını yaratmaktadır. Çeşitlilik hem iklim aşırılıklarına hem de iklim belirsizliğine karşı koruma sağlar. Monokültürler ve merkezileştirme miyop saplantılardır; yerini çeşitliliğe ve adem-merkeziyetçiliğe bırakmalıdır.

Biyoçeşitliliğe dayalı organik tarım bir yandan korunmasızlığı azaltıp dayanıklılığı arttırırken diğer yandan daha çok gıda ve yüksek gelir üretir. Bilimadamı ve profesör David Pimentel’in gözlemlediği üzere: “ABD’de mısır ve fasulye üretiminde organik tarım yaklaşımı, ortalama yüzde 30 daha az fosil enerji kullanmasının yanı sıra konvansiyonel tarıma göre toprakta daha çok su biriktiriyor, daha az erozyona neden oluyor, toprağın kalitesine özen gösteriyor ve biyolojik kaynakları daha çok koruyor.” Mitch Kasırgası'ndan sonra Orta Amerika’da biyoçeşitliliğe dayalı organik tarım yapan çiftçiler, kimyasal tarım yapanlara göre daha az zarar gördü. Ekolojik tarım arazileri, daha çok üst toprağa ve toprak nemliliğine sahipti, daha az erozyonla ve daha az ekonomik kayıpla karşılaştı.

Topraktaki organik maddeler, aerobik ve anaerobik ortamda ayrışırken karbon (C) sırasıyla karbondioksit (CO2) ve metan (CH4) olarak atmosfere döner. Topraktaki karbon havuzunun yüzde 10 azalması ve atmosfere salımı, fosil yakıtlarca insan kaynaklı karbondioksit salımının 30 yılına denktir. Organik tarım, toprak kaynaklarını korur ve doğrudan ve dolaylı olarak kardondioksit salımının azalmasına katkıda bulunur. Bunu da toprağın sürülmesini azaltarak ve toprak yüzeyinde daha çok kalıntı kalmasını sağlayarak (erozyonu ve karbon kayıplarını düşürüp) yapar. Toprak üzerindeki bu kalıntılar daha sonra toprak omurgasızları ve mikro organizmaları (mantar ve bakteriler) aracılığıyla toprağa geri karıştırılır. Tüm bu işlemler organik maddenin mineralleşmesini azaltır.

Biyoçeşitliliğe dayalı organik ve yerel gıda sistemleri, iklim değişikliğinin etkilerinin hafifletilmesine ve ona uyuma katkıda bulunur. Etkilerin hafifletilmesi, daha az sera gazı salımının ve bitkiler ve toprak tarafından daha fazla CO2 soğurulmasının sonucudur. Organik tarım, organik maddenin dönüştürülmesine dayalıyken, kimyasal tarım, azot protoksit salan gübrelere dayalıdır. Biyoçeşitliliğe dayalı küçük organik çiftlikler, özellikle gelişmekte olan ülkelerde, neredeyse hiç fosil yakıt kullanmaz. Tarımsal işlemler için enerji, hayvansal enerjiden elde edilir. Toprak verimliliği, toprak organizmalarını geri döndürülmüş organik maddelerle besleyerek yaratılır. Buysa sera gazı salımlarını azaltır. Biyoçeşitliliğe sahip sistemler daha çok su tutma kapasitesine sahip ve bu yüzden kuraklığa ve sellere daha dayanıklıdır. Navdanya çalışmaları, organik tarımın, karbon soğrulmasını yüzde 55 kadar (tarımsal ormanlar eklendiğinde daha da çok) ve su tutma kapasitesini yüzde 10 kadar arttırdığını, böylece iklim değişikliğinin etkilerinin hafifletilmesine ve ona uyuma katkıda bulunduğunu gösterdi. Son olarak, biyoçeşitliliğe dayalı organik çiftlikler, gıda güvencesi pahasına bir tercih değildir. Navdanya ve diğer araştırma kurumları tarafından yapılan araştırmalar, biyoçeşitliliğe dayalı organik çiftliklerin endüstriyel monokültüre göre daha çok gıda ve daha yüksek gelir getirdiğini gösteriyor. Bu sayede, biyoçeşitliliğin kuvvetlenmesi, iklim değişikliğinin hafifletilmesinin ve karbon tutulmasının dönüm başına düşen miktarını arttırır; böylece arazi kullanımı üzerinde, ormanlardan yoğun kimyasallı monokültür ekim alanlarına dönüşüme yönelik baskıyı azaltır.

Sonuç olarak biyoçeşitlilik, özellikle iklim değişikliği çağında bizim doğal sermayemiz, ekolojik sigortamızdır. Biyoçeşitliliğe dayalı çiftçilik ve küçük ölçekli çiftlikler birbirine kardeşken şirketlerin öncülüğündeki küreselleşme politikaları çiftçileri topraklarının, köylüleri tarımın dışına atıyor. Küçük ölçekli, biyoçeşitliliğe dayalı organik çiftçiliği koruyan ve destekleyen politikalar için çok büyük bir geri dönüşe ihtiyaç var.


Bölüm 5: GENETİĞİ DEĞİŞTİRİLMİŞ TOHUMLAR VE CİNSLER (GD)- YANLIŞ BİR ÇÖZÜM VE TEHLİKELİ BİR SAPMA

Genetiği değiştirilmiş ürünler yanlış bir çözümdür. İklim değişikliğini yatıştırma görevimizden tehlikeli bir sapmadır. Sürdürülebilir biçimde gıda ve enerji sağlamaya ve kaynakları korumaya ters düşmektedir. Genetiği değiştirilmiş gıda, lif ve yakıtlar, endüstriyel monokültür ürünlerinin tüm kusurlarını ağırlaştırır: daha çok genetik tekdüzelik, dolayısıyla biyotik ve abiyotik baskılara karşı daha az direnç, su ve böcek ilacına daha çok talep. Genetiği değiştirilmiş bu ürünler, artık gözden düşmüş ve terk edilmiş genetik determinist zihniyete dayanarak yaratılmıştır; böylece sağlık ve çevre konusunda fazladan risklidirler. Ayrıca patent tekellerinin oluşmasına yol açarak, çiftçi haklarının altını oymakla kalmayıp iklim değişikliğine uyum için biyoçeşitlilik üzerine yapılan araştırmaların engellenmesine neden olurlar.

Genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO), ya da genetik olarak tasarlanmış organizmalar (GT), çoğu zaman türümüzün hayatta kalması için nazik birçok sorunun çözümü olarak sunuluyor. Destekçileri, GDOların açların beslenmesine, özellikle nüfus artışı göz önünde bulundurulduğunda yanıt olduğunu; hastalıkları iyileştireceğini; iklim değişikliğini hafifleteceğini iddia ediyor. Bugüne kadar bu iddaların hiçbirinin içi doldurulmadı, aksine birçok bilimsel araştırma ve birçok çiftlik deneyimi bu iddaları yalanlıyor. Aslına bakarsanız, biyoteknoloji şirketleri, rekolteyi arttıran, besin değerini zenginleştiren ve kuraklık ve/veya tuza dayanıklı genetiği değiştirilmiş tek bir ürün sunmakta bile başarısız kaldı.

GDOların Başarısızlıkları

GDOlar yalnızca iddalarını karşılamakta başarısız olmadılar, ayrıca birçok ciddi soruna da neden oldular; örneğin, GT olmayan ekinlerin GTlerle kirlenmesi, kimyasallar ve böcek ilaçlarındaki artış, biyoçeşitliliğin azalması, vahşi hayatın zarar görmesi, “süper yabani otların” türemesi, şirketlerin tohumları ve gıda arzını daha iyi kontrol edebilmesi gibi.

Bu zamana kadar bitki genetik mühendisliği yalnızca dört bitki türünde olmak üzere yalnızca iki GDO özelliği (trait) yarattı. Bu dört GDO ürünü, mısır, soya fasülyesi, kanola ve pamuktur ve bunların iki özelliği değiştirilmiştir: böceklere olan dirençleri (Bt) ve yabani bitki ilaçlarına olan toleransları.
GDO destekçileri değiştirilmiş bu iki özelliğin böcek ilacı ve su kullanımını azalttığını dolayısıyla iklim değişikliğini hafiflettiğini ileri sürüyor. Fakat, gerçekler epey farklı.

Böceğe dirençli pamukta çok büyük mahsul başarısızlıkları oldu. Bunlardan dünyanın birçok başka bölgesinde de tekrar edebilecek bir örneği veriyoruz: Monsanto’nun Bt pamuğu, 2001’de Endonezya’da Güney Sulawesi’ye çiftçilere daha çok rekolte ve böcek ilacına daha az ihtiyaç vaadiyle girdi. Aksine, kuraklık Bt pamuğun üzerinde zararlı popülasyonu patlamasına yol açarken, diğer pamuk çeşitleri etkilenmedi. Çifçiler daha az ilaç kullanmak yerine, zararlıları kontrol edebilmek için farklı bir karışımla daha çok ilaç kullanmak durumunda kaldı.

Üstüne üstlük Sulawesi’de çok da sorun olmayan bir böcek cinsine dirençli olsun diye tasarlanmış Bt pamuk, daha önemli başka zararlı türlerine dayanıksızdı. Ortalama mahsul dönüm başına 11 tonda kaldı (söz verilen 30 ila 70 ton arasındaydı), bazı yerlerde hasadın tamamı başarısız oldu. Bir yıllık ekimin sonunda Bt pamuk yetiştiren 4,438 çiftçinin yüzde 70’i aldığı kredileri geriye ödeyemedi. Daha da kötüsü, şirket tek taraflı olarak tohum fiyatlarını yükseltti.

Hindistan’da pahalı tohumlar ve kimyasallardan dolayı borca batmış çiftçi intiharları, Bt pamuğun en çok yayıldığı yerlerde en fazla gerçekleşiyor.

Yakınlarındaki yabani otları (ya da zararlıları) öldürmek için kullanılan ilaçlara karşı daha dayanıklı olmak için tasarlananan bitkiler de benzer başarısızlıklar gösterdi.

Monsanto'nun, 1990’ların ortalarında Arjantin’e getirilen yabani ot ilaçlarına (glyphosate) dirençli soyaları, bu ilaçlara toleranslı ürünlere özgü başarısızlıkların başlıca örneğidir. Son yıllarda soya çiftçileri, glyphosate’e doğal olarak dirençli yabani otların ve yabani ot sorununa dönüşen “işgüzar” GD soya bitkilerinin katlanarak artmasıyla mücadele etmek için daha kuvvetli ilaçlar kullanmaya başladı. Bu ağır ilaç kullanımı komşu çiftlikleri etkiledi; sağlık sorunlarına, çiftlik hayvanı ölümlerine ve mahsul zararına yol açtı. GT soyayla ilintili diğer bazı sorunlar toprak verimliliği kaybı, ormansızlaşma, sel baskınları ve küçük çiftçilerle toprak işçilerinin yerinden edilmesidir.

ABD Tarım Bakanlığı verilerine dayalı olmakla birlikte en geniş kapsamlı, bağımsız tahlile göre GD ürünler ABD’de böcek ilacı kullanımını 1996-2004 arasında 122 milyon sterlin arttırdı.

GDO bitkileri için daha az su kullanıldığına dair iddalar da henüz temelden yoksundur. Tam tersine, çiftçiler GDO bitkilerinin yerli ve geleneksel ürünlere göre daha fazla su gerektirdiğini farketti. Bu durumun nedeni de şudur: GDOlar ticari getirisi daha fazla olan bitki türlerine sokuldu; bu türlerin kökleri genelde kısadır, yüzeyelve sığ su kaynaklarına, sulamaya ihtiyaç duyar, böylece daha çok su isterler.

GDOların ek riskleri

Ekilmiş veya vahşi bitkilerle GDOlar arasında düzenli polen alışverişi olduğu biliniyor. Ürüne ve polenleşme türüne bağlı olarak, kirlenme, komşu arazilerin korunması için konmuş resmi sınırların ötesine yayılabilir. Yakın ilişkili türler bir yana, diğer türlere de bulaşabilir. Eğer GDO arazi denemeleri daha da yayılırsa, yakın zamanda biyolojik çiftçiliğin olanaksız olacağını biliyoruz. GDOları yetiştirmek geri döndürülemez bir ekolojik budalalıktır. Bu kadar felaket bir verimle GDOların iklim değişikliğini hafifletmeye nasıl yardımcı olacağını anlamak zor. Uygulamada bunun tam aksi söz konusu.


Bölüm 6: ENDÜSTRİYEL AGRO-YAKITLAR: YANLIŞ ÇÖZÜM ÖNERİSİ VE GIDA GÜVENCESİNE YENİ BİR TEHDİT

Gıda insanın en temel ihtiyacıdır ve sürdürülebilir tarım, gıdayı öncelik alan politikalara dayanmalıdır. Endüstriyel agro-yakıtlar genetiği değiştirilmiş organizmaları gizlice yaymaktadır ve sürdürülebilir olmaktan uzaktır.

Agro-yakıt tarımı, yağmur ormanlarının yerini soya, palmiye yağı ve şeker kamışı ekim alanlarına bırakarak, iklim değişikliği konusundaki problemleri şiddetlendirmektedir. Bu durum eşi görülmemiş bir biçimde yerli ve kırsal toplulukların topraklarının ele geçirilmesine yol açmaktadır.

Endüstriyel agro-yakıtlar, milyarlarca insanın gıda hakkını tehdit ederek sürdürülebilir olmayan tarıma destek vermektedir. Bu yetmezmiş gibi, gıda mahsulleri ekiminden agro-yakıt ekimine hızlı geçiş yüzünden gıda fiyatları artmaktadır.

Sürdürülebilir enerji politikaları adem-merkeziyetçi olmalı, genel enerji tüketimini düşürmelidir; gıda güvencesinin sağlanması tarım ve gıda sistemlerinin en kapsayıcı amacı haline gelmelidir.

Aynı zamanda biyoyakıt olarak da anılan agro-yakıtlar, mısır, soya, kanola ve şeker kamışı, ve yağ içeren yıllık bitkiler-jatropha, palmiye tohumu yağı- gibi gıda ürünlerinden elde edilmektedir.

Agro-yakıtlar, fosil yakıtlara ‘yeşil’ alternatif ve iklim değişikliğine deva olarak desteklenmekte ve sunulmaktadır. Oysa bugün birçok bilimsel raporun gösterdiği üzere agro-yakıtlar, “beşikten-mezara” döngüsü -yakıtın büyüme, üretim ve yakılması- düşünüldüğünde açıkça negatif enerji sistemidir. New York Cornell Üniversitesi’nden profesör David Pimental ve California Üniversitesi, Berkeley’den Ted Patzek’in yürüttüğü bir araştırmaya göre, mısırdan elde edilen etanolden bir litre üretmek için bir litreden daha fazla fosil yakıt (yüzde 30 daha fazla) harcanmaktadır. Yani etanol ve diğer agro-yakıtlar fosil yakıttan daha fazla gaz salımına sahiptir.

Yine de, agro-yakıtların iklim problemini çözemeyecekleri yönünde böylesi bir kanıta karşın, birçok ülke üreticilere ve yetiştiricilere toplu destekler vermekte, milyarlık yatırımlar yapmaktadır. Brezilya şeker kamışı etanolüne oynamakta, Endonezya ve Malezya kalan az sayıdaki ormanlarını palmiye yağı üretimine ayırmakta ve Amerika Birleşik Devletleri de mısır tabanlı etanol üretimini yoğun bir şekilde desteklemektedir.

Amerika Birleşik Devletleri: Genetiği Değiştirilmiş Mısır Tarımı

Etanol üretiminde kullanılan GD mısır tarımı, agro-yakıtların evriminde özellikle tedirgin eden tehlikeli bir safhadır. ABD'deki pazarlama kampanyaları, etanolün aile tarımı, Amerikalı tüketiciler ve çevre için iyi olduğunu gücünü arttırarak söylemektedir. Bu artış sıkı bir biçimde ABD'nin GD mısır üretimindeki ihracatının azalması ile ilişkilidir. Monsanto, Archer Daniel Midlands ve diğer benzeri şirketler GD mısır tarımına ve etanol üretimine büyük yatırım yaptı. 1990ların ortasında, GD mısır üretimi konusunda Amerikalı çitçiler teşvik edildi ve 2003’e gelindiğinde ABD'de yetişen tüm mısırın yaklaşık yüzde 45’inin (14.5 milyon hektara karşılık gelmektedir) genetiği değiştirilmişti. Buna rağmen, Avrupa Birliği, Afrika ve diğer bölgelerdeki tüketiciler GD mısırları reddetti ve Amerikalı mısır üreticileri mısır fazlası ile baş başa kaldı. Üreticiler ve şirket tarımı yapanlar sıkışıp GD mısırlara pazar aramaya başladı; etanol bu pazarı yarattı. Bu pazarlama düzeninde, alay eder gibi, GD mısırlar şimdi de fosil yakıtlara yeşil çözüm olarak sunulmakta, GDOların ekosisteme ve potansiyel olarak insan sağlına vereceği çeşitli zararlardan bahsedilmemektedir. Etanol üretmek için daha fazla mısıra ani talep, ABD’deki mısır üretim arazisinin miktarını tavan yaptırdı. 2007'de, ABD Tarım Bakanlığı’nın tahminine göre, üreticiler 2006 yılına göre yüzde 24 daha fazla mısır tarımı yapmış. Gelecek beş yıl içinde de, 2007 ABD Tarım Yasası taslağı, şirket kontrolündeki mısır üreticilerine destek olarak milyarlarca doları azar azar verecektir. Mısır üretimine yapılan doğrudan desteklerin yanında, mısır etanolü için, benzine karıştırılacak her bir litre etanol karşılığında, 13,5 sent vergi kredisi verilmektedir (rafinelerin benzine etanol katması artık yasal zorunluluktur). Otoyol fonları da etanol üretimine her yıl 600 milyon dolarlık katkıda bulunmaktadır. Bunun yanında, aşındırıcı özellikleri yüzünden var olan ya da geleneksel boru hatlarıyla taşınamayan ethanolün aktarımı için boru hattı kurulmasına yönelik çeşitli destekler verilmektedir. ABD mısır üreticilerini koruma hamlesi olarak, ABD Meclisi ucuz, şeker kamışı bazlı Brezilya etanolünün ülkeye girmesini önlemek için yüksek gümrük tarifeleri uygulamaktadır. Ayrıca, gelecek tarım yasa taslağında bir bölümü olarak, ABD Meclisi, şeker kamışı etanolü üretimi için desteklerin arttırılması beklentilerini tartışmaktadır.

Agroyakıt Mahsülleri Ormansızlaşmayı Arttırır

Dünya Kaynakları Enstitüsü'ne göre son 150 yılda ormansızlaşma özellikle karbondioksit olmak üzere küresel sera gazı salımının %20 ila 30'undan sorumludur. Doğal ekosistemlerin tahribi, alan açmak için ormanların yakılması, meraların sürülmesiyle atmosfere sera gazı bırakmanın yanında gezegeni karbon salımını soğuran doğal süngerlerinden mahrum bırakmakta.

Ekim alanları, yerini aldığı yağmur ormanlarından ve hatta fundalıklardan bile daha az karbon soğurmaktadır, yine de agroyakıtlara olan talep, ormanların, meraların, nadasa ve korumaya bırakılan arazilerin tahribine yol açmakta. Uluslararası Enerji Kurulu'nun 2004 yılındaki bir raporunda, fosil yakıtların agroyakıtlarla %10 oranında ikamesinin ABD ve AB'de varolan ekili alanlarının sırasıyla %43 ve %38'ine malolacağını tahmin etmiştir.

Fosil yakıtların büyük oranda ikamesi için, çok daha fazla miktarda ormanın ve meranın yok edilmesi gerekecektir. Brezilya'da Amazon ormanlarında geniş topraklar hayvan yemi için yetiştirilen soya fasülyesi için çoktan açılmıştır. Bu arada, şekerkamışı dikim alanları da bir yandan Amazon'a tecavüz ederken, diğer yandan Atlantik ormanları ve biyoçeşitliliği yüksek bir mera ekosistemi
olan Cerrado'da yoğunlaşmaktadır.

Şu ana kadar bu alanların üçte ikisi ya yok edilmiş ya da bozulmuştur. Öte yandan ABD'deçiftçiler soya ekiminden mısır ekimine geçtikçe, Brezilya soya üretimindeki arayı kapamak için Amazon'da daha fazla orman açma yoluna gitmiştir. Malezya ve Endonezya'daki tehdit daha da tahrip edicidir.

Dünyanın Dostları'nın bir raporu olan “Maymun için Yağ Skandalı” (2005), palmiye yağı ekim alanlarındaki genişlemenin, 1985-2000 yılları arasında Malezya'daki ormansızlaşmanın tahminen yüzde 87'sinden sorumlu olduğunu göstermektedir. Sumatra ve Borneo'da 4 milyon hektar orman palmiye çiftliklerine terkedilmiştir; Malezya'da 6 milyon hektar daha açılması planlanırken Endonezya'da açılacak orman miktarı 16,5 milyon hektardır.

Palmiye yağı “ormansızlaştıran dizel” olarak anılıyor çünkü ana biyoenerji mahsulü olma yolunda ilerliyor. Şu anki küresel palmiye yağı üretimi yılda 28 milyon tondan fazla ve 2020'de ikiye katlanması tasarlanıyor. Malezya ve Endonezya ortak bir taahhütlerini duyurdular; biyoyakıt üretimini beslemek için her biri yılda 6 milyon ton ham palmiye yağı üretecek. Bu imhayla karşı karşıyayken dahi, bunun, iklim ve enerjinin geleceği verilmişken şanssız bir gereklilik olduğunu hala söyleyenler var; oysa sayısız rapor, 30 yıllık bir süreçte, aynı araziye ekilmiş agroyakıt mahsüllerine göre bir ormanın 2 ila 9 misli karbon tutabildiğini ispatlıyor.

Yakıt mı Gıda mı?

850 milyonun üzerinde insan açlık çekmekte ve daha fazla insan yetersiz beslenme sorunları yaşamaktadır. Araziler gıda (ve hayvan yemi) için değil yakıt için mahsul yetiştirmeye dönerken gıda güvensizliği ve açlık artmaktadır.
Herkes için yeterli gıda sağlamak ahlaki bir konudur ve insanlığımızın ölçütüdür. Az sayıda insanın tüketimci ve endüstriyel yaşam biçimlerini sürdürmek için gıdanın yerine yakıtı koymak, ahlaki olmayan bir eylemdir. Yakıtlarda kullanılmak üzere değiştirilen birçok geleneksel gıda mahsulünün fiyatı artınca gıda fiyatları da artmıştır. Gıda fiyatlarında en küçük bir artış bile milyarlarca yoksul için korkunç sonuçlar doğurur. 2006 itibariyle
AB'de üretilen kolza tohumu yağının yüzde 60 kadarı biyoyakıt yapımında kullanılmıştır. Dev gıda şirketi Unilever 2007'de gıda üreticilerine ek maliyetin ton başına 1000 avroya yakın olacağını tahmin etmiştir. ABD'de mısır fiyatları Eylül 2006'dan beri yüzde 50'den fazla artmıştır; bu da dünyanın ABD mısırına bağımlı birçok bölgesinde mısır kıtlığına yol açmıştır.

Türlerin Yok Olması ve Diğer Çevresel Kaygılar

Türlerin yok olmasındaki tehlikeli hızın, iklim değişikliği yüzünden çarpıcı boyutlarda tırmanması bekleniyor. Agroyakıt ürünler için orman ve meraları açmayı sürdürmek bu krizi daha da kızıştıracaktır.

Agroyakıtlar toprakları da tehdit etmektedir. Mahsul artıkları, besleyici olsun diye sürerek toprağa geri vermek yerine sıkça biyoyakıt üretiminde kullanılmaktadır.

Başka bir kaygıysa hava kirliliğidir. Flemenk Teknolojik Araştırmalar Enstitüsü'nde yapılan araştırmalar biyodizelin fazladan sağlık ve çevre sorunlarına neden olduğu sonucuna varmıştır çünkü daha çok parçacık kirliliği yaratır, daha çok atık üretir ve haddinden çok bakteri üremesine yol açarak sığ suları oksijensiz bırakır.

Selülozik Biyoyakıtlar

Destekleyici deliller gıda mahsüllerine dayalı büyük ölçekli agroyakıtların sorunşarını açığa çıkarırken, birçok kişi çözüm sağlayacak yeni bir neslin geldiğini iddia ediyor: selülozik yakıtlar.

Oysa bu teknolojinin önünde birçok engel var. Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley'de profesör David Pimental, mısırdan elde edilen kadar brüt enerji elde etmek için iki misli selüloz ya da ağaca ihtiyaç duyulduğuna dikat çekiyor. Üstelik selüloz, yıkımı için asit ya da enzime gerek duyan lignin içine hapsolmuştur. Bunun ardından asitliği durdurmak için bir alkali uygulanır, sonra da mayalanma için böcekler sürece dahil edilir. Bu sayısız işlemler selülozun enerji çıktısına baskın gelen enerji girdileriyle sonuçlanır.

Ayrıca, organik maddeyi toprağa geri kazandırmak yerine biyokütleyi selülozik yakıtlara doğru çekmek, topraktaki organik maddeyi tüketeceği gibi çölleşmeye katkıda bulunur ve kuraklığa duyarlılığı arttırır.

Merkezileştirilmiş agroyakıt düzenlerinin, iklim değişikliğine yanıt olacak yol
olmadığı açıktır; araştırmalar adem-merkeziyetçi küçük ölçekli, çiftlikte-biyoenerji üretiminin, ekolojik zarara ya da gıda güvensizliğine yol açmadan net enerji kazancına götüreceğini göstermektedir.


Bölüm 7: SUYU KORUMA SÜRDÜRÜLEBİLİR TARIMIN MERKEZİNDE YER ALIR

Sanayileşmiş tarım, yoğun su kullanımı ve su kirliliğinini arttırmak yoluyla temiz suya erişilebilirliğinin azalmasına yol açmıştır. Dünyanın birçok bölgesindeki kuraklık ve su sıkıntısı iklim değişikliği nedeniyle artacaktır. Tarımda yooğun su kullanımının azaltılması hayati bir uyum stratejisidir. Ekolojik ve organik tarım, topraktaki su tutma kapasitesini su kalitesini de iyileştirerek arttırırken yoğun sulama gereksinimini de azaltmaktadır. Sanayileşmiş kimyasal tarım sa, yoğun su kullanımı, yeryüzü ve yer altı sularını tarım kimyasallarıyla kirletirken su krizine önemli bir katkı yapmaktadır.

Tropik ülkelerde, yoğun su kullanımı toprağın su geçirgenliğini kaybetmesi ve tuzlanma gibi ek sorunlar yaratarak verimli tarım topraklarını yiyecek üretimi dışı bırakmaktadır. İklim değişikliği dünyanın birçok bölgesinde suyla ilgili baskıyı arttıracaktır. Avustralya halihazırda iyiden iyiye alanı genişlemiş kuraklıktan muzdaripken Darfur'da kırsalcılar ve yerleşik çiftçiler arasındaki anlaşmazlık Çad Nehrinin suyunun azalmasından kaynaklanmakta.

Brezilya yağmur ormanlarının soya için, Endonezya'nın palmiye tohumu yağı için harap edilmesi yağmur ormanları tarafından yaratılan yerel su döngüsünü bozmaktadır. Küresel ısınma ana nehir sistemlerinin dolmasını sağlayan buzulların erimesinin başlamasına sebep olmuştur. Himalayalar'da bulunan 5.018'den fazla buzul bu durumdan etkilenmektedir. Pindari buzulu yılda 13 metre, ve Ganges buzuluysa yılda 30 metre geri çekilmektedir. 13 yıl içinde kilometrenin üçte biri oranında geri çekilmiş olacak.

Yirmi yıl içinde Himalaya buzulları 500.000 km²'den 100.000 km²'ye düşecek. Birkaç on yıl içindeyse yazın en kavurucu günlerinde kuraklıktan korunmayı sağlayacak Himalaya nehirlerini besleyen bir tek bile buzul kalmamış olacak. Bunun sonucunda kişi başına düşen su miktarı 1800 m³'ten 1000 m³'e düşecektir. Su israfını ve kirliliği azaltmak yaşamsal bir zaruriyet haline gelmiştir. Ekolojik ve organik tarım, toprağın organik içeriğini arttırmak yoluyla topraktaki nemi koruyarak su kullanımının azalmasına katkıda bulunur. Organik olarak işlenmiş tarım toprakları uçlarda yaşanan meteorolojik olaylara daha iyi uyum sağlayabilir, çünkü organik tarım teknikleri, daha çok yağmur suyunun tutulması için gerekli süngersi toprak yapısını oluşturur. Organik olarak işlenmiş topraklarda su tutum oranı %20-40 oranında artabilmektedir17

Organik toprak, toprağın üstte bulunan 15 cm.'sinde hektar başına 816.000 litre su tutabilmektedir. Bu da toprağı önemli bir su deposu yapmaktadır18. Organik olarak üretilmiş ürünlerin su tutumu seller ve kuraklık karşısında riskleri azaltacak şekilde iki kat daha fazladır19. Su tasarrufu sağlayan ürün türlerinin ve çeşitlerinin desteklenmesi yoğun sulamanın azaltılması için bir başka stratejidir. Akdarı 200-300 mm suya ihtiyaç duyarken, Yeşil Devrim ürünü olan sanayileşmiş çeltik 2500 mm suya ihtiyaç duymaktadır ve az su ihtiyacının yanında akdarı dönüm başına hesaplandığında daha besleyicidir. Su toplamak da, su biriktirmek, korumak için yaşamsal bir teknolojidir.


Bölüm 8: İKLİME UYUM İÇİN BİLGİDE GEÇİŞ SÜRECİ

İklim değişikliği, insanlık olarak ortak aklımız için nihai sınav. Fosil yakıta dayanmayan, post-endüstriyel bir gıda sistemine geçebilmemiz için gerekli tarım teknolojilerinin ve yerel ekosistemlerin hayati önem taşıyan bilgi birikimi endüstriyel tarım tarafından yok edildi. İklim değişikliğine uyum göstermek için gerekli kültür ve bilgi sistemleri çeşitliliği, kamu politikalarınca tanınmalı ve geliştirilmelidir. Geleneksel bilgi ve bilim arasında yeni bir ortaklık oluşturulması her iki bilgi sistemini de güçlendirecek ve karşılık verme yeteneğimizi arttıracaktır.

Endüstriyel tarım basite indirgenmiş, mekanik bir zihniyete dayanır, dünyaya bakış açısı gözden düşmüştür ve parça parçadır. Endüstriyel zihniyet, biyoçeşitlilik ve ekosisteme ilişkin içten bilincin yerine, tarım kimyasalları gibi ihmalkar teknolojileri koyar; bu teknolojiler biyoçeşitliliği ve toprağı tahrip eder, havayı ve suyu kirletir, iklimin dengesini bozar. Geleneksel ve yerli bilgi sistemleri, çoğulluğa ve çeşitliliğe dayanır ki bu özellikler, iklim değişimi nedeniyle, uyum için giderek daha da gerekli olan ilkelerdir.

Tarımsal bilgi sistemlerinin çeşitliliği, nesiller boyunca, binlerce farklı ekosistemde ve çeşitli kültürel koşullarda gelişmiştir. Tarım bilimi ve teknolojisinin kimyasal endüstriyel zihniyetiyse 19. yüzyıl boyunca Avrupa ve Amerika'da ortaya çıkmış ve dünyanın pek çok yerinde belli ürünlerde verimlilik artışı sağlamıştır. Ancak, endüstriyel tarımın verim hesapları maliyetlerin ve artan enerji girdilerinin dışarıda bırakılmasına dayanmaktadır.

Bu gelişme fosil yakıtlara bağımlılığı arttırdı, çiftçileri yerlerinden etti ve geleneksel bilgi hazinesinin ve yerel tarım yaklaşımlarının erozyona uğramasına, bahçıvanlık, çiftçilik, ormancılık, hayvancılık, balıkçılık ve diğer tarım işlerinde olduğu gibi, yiyecek ve ilaç hazırlanmasında da pek çok uzmanlığın yok olmasına yol açtı.

Büyük ölçekli endüstriyel tarım ile toprak, su ve diğer doğal kaynakların denetiminin el değiştirmesi, bir yandan dış enerji girdilerini arttırırken, öte yandan da birincil üretimde çalışan insan sayısında büyük bir düşüşe, hele tarımsal üretim sistemlerinin bakımı ve geliştirilmesinden sorumlu insan sayısında çarpıcı boyutlara varan azalmalara neden oldu. Fosil yakıtlardan elde edilen enerji girdilerinin giderek ucuzlamasının, büyük ölçekli makinaların, böcek öldürücüler ve gübrelerin eklenmesiyle, bilgi birikimi tarımsal faaliyetleri çevre koşullarına ve azami ekolojik verimliliğe uydurmak yerine, çevreyi endüstriyel tarımsal üretime uydurmak üzerine yoğunlaştı.

Doğal kaynakların tahripkar bir şekilde sömürülmesi demek olan bu yaklaşım, genelde işgücünün de çeşitli şekillerde sömürülmesi ve toprağın geleneksel sahiplerinin ve koruyucularının yerlerinden edilmesiyle elele gitti.
1970'lere kadar genelde kamu alanı olan tarımsal bilgi, son dönemlerde önemli yapısal değişikliklere uğradı. Özel sermaye, ve daha önemli bir derecede gıdayla ilgili bilim ve tarımın özel sektör tarafından denetimi, araştırma ve geliştirmenin baskın biçimi haline dönüştü. Örneğin bu biçim, biyo-korsanlığın klasik ve sömürgeci biçimlerinin çok ötelerine giden tarımsal bilgi gaspını içermekte. Endüstriyel patent sistemi bitkileri, hayvanları, hatta insan bedeninin parçalarını kapsayacak şekilde genişletildi. Bilimsel bulgular ve keşifler giderek daha çok özel mülk ve özel servet olarak algılanmakta. Bilimin kamu yararına hizmet etmeyi amaçlayan geleneksel etikten giderek uzaklaşarak özel bir iş kolu haline gelmesi bilginin ulaşılabilirliği ve kullanımı konusunda müthiş zararlı etkilere neden olmakta. Üstelik, bilimsel ilginin bu şekilde yön değiştirmesi, yöntemler ve bunların çeşitli çevresel ve sosyo-ekonomik koşullara en iyi şekilde uygulanması yerine, en geniş pazara satılabilecek ürünlerin geliştirilmesine odaklanmaya yol açıyor.

Bu eğilimlerin sonucu olarak, dünyanın her yerinden binlerce topluluk ve bir bütün olarak insanlık, içinde büyüdüğü kültür ve değerler de dahil, müthiş bir bilgi hazinesini kaybetti.

İklim değişikliğinin getirdiği sorunlarla başa çıkabilmek için bilgi çeşitliliğini ve farklı bilgi sistemlerini korumak, sürdürmek, saklamak, yaratıcı bir şekilde birleştirmek ve yerel, bölgesel ve küresel düzeyde tekrar kamu alanına kazandırmak gerekir.

Batı biliminin ve teknolojisinin kibirliliği bırakıp bilgi sistemleri, beceriler ve bilgelik çeşitliliğine alçak gönüllülükle katılması için pek çok neden var. Şimdiki ve gelecek ekolojik koşullara uyumda ve iyileştirilmiş sürdürülebilirlik ve eko-verimlilikte en çarpıcı başarı, aslında tamamen ya da kısmen yerel ve geleneksel bilgiye dayanır.

Kaynakların tükenmekte olduğu ve endüstriyel paradigmadan ekolojiye uyumlu gıda üretimi ve işlemesine geçmenin kaçınılmaz olduğu çağımızda, tarihi bilgelik ve doğal kaynakların en iyi şekilde, en geniş çaplı ve en az zararla nasıl kullanılacağı, tarla ve bahçelerin nasıl “kendi kendine dönebileceği” ve havayla ilintili risklerin nasıl en aza indirilebileceği bilgisi son derece değerli.

Bilim dışı diye nitelendirilen yerel, yerli ve geleneksel biçimlerde bilgi, (değer sistemlerinde çeşitliliği ve zenginliği, bütünleşmenin manevi araçlarını da içine alarak) etkileyici oranda genişlemiş bilimsel sezgiyle ve mikro ve makro düzeyde yaşam süreçlerini anlama ve ölçme araçlarıyla birleşince insanoğlunun ileride benzeri görülmemiş sorunlarla başa çıkma becerisini kat be kat arttırabilir. Bu, aynı zamanda,
son derece ihtiyaç duyduğumuz bütüncül yaklaşım ve değer odaklı değişim fikirleri sunar; bu fikirler
şu andaki bilgi ve kavrayışımızı inceleme, kullanma, paylaşma ve onaylama ahlağımıza olduğu kadar algımıza ve yaşam biçimimize de öneriler sunar.


Bölüm 9: SÜRDÜRÜLEBİLİR VE EŞİTLİKÇİ BİR GIDA GELECEĞİNE DOĞRU EKONOMİK GEÇİŞ

Mevcut iktisadi ve ticari usuller karbon salımını arttırıp iklim değişikliğini ivmelendiren bozuk teşvikler yaratmada baş rolü oynadı. Sınırsız tüketime ve gaynsafi millî hasıla gibi yanlış ekonomik göstergelere dayanan büyüme paradigması ülkeleri ve toplulukları giderek kırılganlığa ve kararsızlığa sürüklemekte. Ticaret kuralları ve ekonomik sistemler yerinde hizmet ilkesine destek olmalıdır, yani karbon ayak izimizi azaltan yerel ekonomiler ve gıda sistemlerine öncelik verirken bir yandan da demokratik katılımcılığı ve yaşam kalitesini yükseltmelidir.

Maddi, fiziksel ve biyolojik terimlerle endüstriyel tarım ekonomisi çok büyük enerji girdileri gerektiren negatif bir ekonomidir. Enerji girdilerinin maliyeti dışarda bırakılmakta ve finansal hesaplamalar desteklere dayandırılmaktadır. Buysa gıdanın gerçek fiyatını ve çevresel, toplumsal, kültürel ve siyasi açıdan gerçek maliyetini çarpıtmaktadır.

Mevcut finans ve ticaret usulleri bu negatif ekonomiyi sürdürmekte ve yaygınlaştırmakta. Uzun vadeli, tekdüze, merkezi gıda sistemlerini teşvik etmek yerine yerinde hizmet ilkesi desteklenmelidir. Bir başka deyişle, gıda güvencesinin ilk sırasında yerel tüketim için yerel üretim olmalıdır. Bu gıda zincirini ve gıda kilometrelerini kısaltmak anlamına gelir.

DTÖ kuralları aracılığıyla yapıldığı gibi uluslararası düzeyde tekdüze politikalar belirleyip bütün ülkelere zorla benimsetmek yerine, yerinde hizmet ilkesi iktidarı yerel topluluklara, yerel ve bölgesel hükümetlere bırakır. Yerelleşme toplulukların, bölgelerin ve ulus devletlerin kontrolünü ve demokrasiyi arttırır. İklim değişikliği küresel bir sorundur ve gezegenin geleceği için küresel topluluk birlikte çalışmalıdır; ancak varlığımızı sürdürebilmenin kilit stratejisi çeşitliliği teminat altına alan yerel çözümlere ve uyarlamalara dayanmalıdır.


İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ ÇAĞINDA GIDA GÜVENCESİNİ SAĞLAMAK İÇİN YAPILACAKLAR

Bu manifesto iki düzeyde eylemlilik öneriyor: halk eylemi ve politik eylem.

Halk eylemleri:
1. Biyoçeşitliliği koruyun ve besleyin – bu, arka bahçenizde ve çiftliğinizde tohum ve hayvan biyoçeşitliliğine öncelik vermekle başlar.
2. Kimyasal ve enerji yoğun tarım uygulamalarından ekolojik, organik gıda üretimine geçin
3. Su tasarruflu tarımı seçin – yoğun sulamanın ve artezyen kuyularının yerine tutumluluk ve su toplamak ana amaç olmalıdır.
4. Çiftçi pazarlarını, yerel, organik, taze mevsimlik ürünleri ve kısa, az aracılı zincirleri seçin. Böylece sırtımızdaki enerji yükü hafifleyecektir.
5. Yerel gıda ekonomilerini yeniden inşa etmeye yönlendirecek girişimleri başlatın ve destekleyin. Çiftçiler, tohumların kayıt altına alınması ve gıda güvencesiyle ilgili bürokratik ve endüstriyel standartlar kıskacına alınmadan, ürettikleri tohum ve gıdaların kalitesinin kefili olabilmelidir.
6. Tüketiciler, yerel topluluklar ve çiftçiler için demokratik alanlar yaratın ki yerelleşmeye ve sürdürülebilirliğe dayalı fosil yakıt sonrası gıda sistemlerine nasıl geçileceği konusunda karar verebilsinler.

Politik Eylem:
1. Fosil yakıta dayanan gıda ekonomilerine verilen destekleri durdurun: Bu belge, Dünya Bankasını, Uluslararası Para Fonunu ve bölgesel ve küresel finans kurumlarını, baraj inşaatları, boru hattı ve sulama projeleri ve devasa ulaşım altyapıları gibi fosil yakıt tabanlı büyük projelere parasal desteklerini durdurmaya davet eder.
2. Agroyakıtlara uygulanan destekleri ve bunların kullanımlarını zorunlu kılan kanunları kaldırın.
3. Kamu yatırımlarını, gıda güvencesini arttırırken iklimden kaynaklanan riskleri azaltan, ekolojik, yerel ve organik gıda modellerine aktarın.
4. Dünya Ticaret Örgütü'nün kilit kurallarının değişmesi gereklidir. Bunlar:

Niceliksel kısıtlamalara izin verilmesi .
Tarım Anlaşması'nın kurallarıyla birlikte GATT'ın Uruguay oturumunun pazara erişim taahhütlerinin (11. Madde) bir sonucu olarak, ülkeler ithalat ve ihracat üzerindeki tüm yasakları veya niceliksel kısıtlamaları kaldırmaya zorlanmıştır. Gelişmekte olan ülkeler geleneksel olarak ithalat kısıtlamalarını, yerel gıda üretimlerini ve üreticileri yapay bir şekilde fiyatları düşürülmüş ithal malların istilasına karşı korumak için kullanıyorlardı. Şimdi bu mekanizma işlemden kaldırılmıştır. Niceliksel kısıtlamalar, gıda bağımsızlığı ve gıda demokrasisini güvence altına alabilecek ve kırsal toplulukların geçimini koruyabilecek güvenli tek mekanizmadır. Zengin ülkeler tarım alanında sağladıkları destekleri azaltmadıkları için, bu destek dengesizliğine karşı gıda güvencesini sağlayabilmek uğruna tüm ülkelere ithalatta niceliksel kısıtlamalar kullanabilme izni verilmelidir.

Asgari erişim koşullarının kaldırılması
Dünya Ticaret Örgütü'nün asgari erişim kuralı kaldırılmalıdır. Bu kural, her üye ülkenin belirlenmiş ürünlerin ve gıda sektörlerinin yerel üretim hacminin %5'ine kadar ithalatı kabul etmelerini zorunlu kılar (1986-88 kota düzeylerine göre).
Bu kural, yerel tarım politikalarını, yerel tüketim için yerel üretime teşvik etmektense ithalat/ihracat modeline yönlendirir. Fosil yakıt tabanlı bir gıda sistemini sürekli kılar. Oysa hedef yerel tüketim için yerel üretimin güçlendirilmesi ve uzun mesafeli gıda nakliyatının azaltılması olmalıdır.

Seçilmiş gümrük vergilerinin ve kotaların uygulanması

Yeni kurallar, seçilmiş gümrük vergilerinin ve ithalat kotalarının yerelde üretilebilen gıdaların ithalinin düzenlenmesi için sağgörülü kullanımına izin vermelidir. Gelişmekte olan ülkeler için buna "Özel ve Farklılaştırılmış Uygulamalar" denir. Bu uygulamalar, zengin ülkelerin desteklerle fiyatları ucuzlatılmış ürünlerini (gerçek üretim maliyetlerinin altında satış yaparak) boca etmelerini dengelemek için gereklidir.

5. Biyoçeşitliliğe dayalı tarım sistemlerine öncelik verin. tohumların şirketlerin elinde toplanmasına zorlayan ve geleneksel bilgi sistemlerini korsanlığa dönüştüren DTÖ'nün entelektüel mülkiyet hakları kurallarına son verin. DTÖ'nün Ticaretle İlişkili Entelektüel Mülkiyet Hakları Anlaşması hakkında, aşağıdaki değişiklikler yapılmalıdır:

• Madde 27.3 (b) bendi şu konulara açıklık getirmek üzere düzeltilmelidir: 1) Hiçbir yaşam formu patentlenemez; 2) Bitki ve hayvan üreten hiçbir doğal süreç patentlenemez; 3) Kendine has bir sistem, yerli ve yerel toplulukların geleneksel bilgisini tanıyan ve koruyan ulusal yasalar içerebilir.
• Madde 27.1, ülkelere gıda ve ilacı patentlememeyi seçebilme ve bir patent ya da işlemin (sıkça ilaçlarla ilgili olarak) geçerlik süresini kısıtlayabilme iznini verecek biçimde değiştirilmelidir.

6. GDO'dan arınmış bölgelere izin verin: DTÖ politikaları ve yönetmelikleri, bölgelere ve ulus-devletlerin istedikleri ölçüde GDO'dan arınmış kalma hakkını tamamen, açıkça ve şüphe götürmez bir biçimde tanımalıdır.

7. Organik tarım yoluyla CO2 tutulumunu Temiz Kalkınma Mekanizmasına dahil edin; çünkü hem etkisi hızla görülecektir hem de kırsal kalkınma çalışmalarında masrafların azalmasını sağlayacaktır.

8. Ekolojik organik tarım iklim değişikliğiyle baş edebilmek için tüm uyum stratejilerini merkezine almalıdır.

9. Biyoçeşitlilik beklenmeyen iklim koşullarının garantisi olduğu için biyoçeşitliliği korumak iklim değişikliğine uyum konusunda yaşamsal bir öneme sahip olmalıdır.

10. Geleneksel yerel bilgi, köylü bilgeliği korunmalı ve uyum stratejilerinin bir parçası olarak desteklenmelidir.

11. Yeniden yerele dönmenin önündeki yasal, ekonomik ve mekansal engelleri kaldırın.

Ekolojik organik tarımın ve yerel gıda üretiminin iklim değişikliğiyle savaş amacıyla şimdi, acilen yerel, ulusal ve uluslararası gündeme dahil edilmesi gerekmekte.

Kimileri, iklimsel kaos krizinin insanlığımızı denemek için en büyük ve tek sınav olduğuna inanıyor. Toplumlarımızın ortak eylemler veya eylemsizlikleri milyonlarca insan ve hayvan türünün kaderini belirleyecek.


****************
Bu Manifesto 2007 yılının sonunda ARSIA'nın ve Toskana Bölgesinin ev sahipliğinde Floransa'da toplanan uzman ve komisyon üyelerinin görüşleri ve tartışma konularıyla oluşturulmuştur.

Bu görüşler şu anki belge içinde aşağıda isimleri bulunan editoryal takım tarafından birleştirilmiş ve düzenlenmiştir:

Debi Barker, International Forum on Globalization (IFG)
Vandana Shiva, Research Foundation for Technology, Science and Ecology/
Navdanya, and
Caroline Lockhart, Coordinator, Commission on the Future of Food and
Agriculture.

Uzman Çalışma Grubu aşağıdaki isimlerden oluşmuştur:

Debi Barker, IFG
Marcello Buiatti, University of Florence
Gianluca Brunori, University of Pisa
Andreas Fliessbach, FiBL (Research Institute of Organic Agriculture)
Bernward Geier, COLLABORA and IFOAM Representative
Benny Haerlin, Foundation on Future Farming
MaeWan Ho, Institute of Science in Society
Giampiero Maracchi, Agrometeorological Institute, National Research Council
(IBIMET/CNR)
Simon Retallack, Institute for Public Policy Research
Vandana Shiva, RFTSE/Navdanya
Concetta Vazzana, University of Florence

Tarım ve Gıdanın Geleceğine İlişkin Uluslararası Komisyon:

A joint initiative of
Claudio Martini, President of the Region of Tuscany, Italy, and
Vandana Shiva, Executive Director, Research Foundation for Technology, Science And
Ecology/Navdanya, India
Composition of the Commission
Vandana Shiva, Chair
Miguel Altieri, Professor, Department of Environmental Science Policy and Management,
University of California at Berkeley and President, SOCLA
Debi Barker, Co-Director and Chair of the Agricultural Committee of the International
Forum on Globalization, (IFG)
Aleksander Baranoff, President, ALL, National Association of Genetic Safety, Moscow
Wendell Berry, conservationist, farmer, author and poet
Marcello Buiatti, Consultant on GMO issues to Tuscany, Professor University of Florence
Jose Bové, Via Campesina
Tewolde Egziabher, General Manager, Environmental Protection Authority, Ethiopia
Bernward Geier, IFOAM representative, COLLABORA and activist
Edward Goldsmith, Author, Founder and Editor of the Ecologist
Benny Haerlin, Foundation of Future Farming,, Former International Coordinator of GMO
campaign for Greenpeace
Colin Hines, Author of Localisation: A Global Manifesto; Fellow, IFG
Vicki Hird, Senior Campaigner on Food and Farming, Friends of the Earth
Andrew Kimbrell, President, International Center for Technology Assessment
Tim Lang, Professor of Food Policy, Institute of Health Science, City University, London
Frances Moore Lappe, Author, Founder, Small Planet Institute
Caroline Lucas, Member of the European Parliament, Green Party UK
Alberto Pipo Lernoud, Director, Fundación Cocina de la Tierra
Jerry Mander, President of the Board of the International Forum on Globalization
Samuel K. Muhunyu, Coordinator, NECOFA (Network for Ecofarming for Africa)
Helena Norberg-Hodge, International Society for Ecology and Culture
Carlo Petrini, Founder, Slow Food
Assétou Founé Samake, Biologist , Geneticist, Professor, Faculty of Sciences, U. of Mali
Percy Schmeiser, Canadian farmer and GMO activist
Aminata Dramane Traoré, Author, Coordinator of the ‘Forum pour un Autre Mali’, former
Minister of Culture and Tourism of Mali
Alice Waters, Founder, Chez Panisse

Ortaklar

Arche-Noah, Austria, Institute for Agriculture & Trade Policy, Food First
Coordinator
Caroline Lockhart
Secretariat
ARSIA Secretariat, Regional Government of Tuscany, Italy
via Pietrapiana, 30 - 50121 Firenze. tel. 055 27551 - fax 055 2755216/231
www.arsia.toscana.it
www.future-food.org,
carolinelockhart@yahoo.com
futureoffood_tuscany@yahoo.com futureoffood_tuscany@yahoo.com

Hiç yorum yok: